Huzursuzluğun Kitabı

Huzursuzluğun Kitabı

    Edebiyata ilgim görece geç bir zamanda başladı. İlk romanım Sefiller’i 7. Sınıfta okudum. O sıralar bir sınıf kitaplığı oluşturmuştuk. Burdaki kitaplar sabahları zorunlu olan 15 dk’lık kitap okuma saatinde kitaplarını yanında getirmeyenlere hizmet ediyordu daha çok. Cingöz Recai serisi vardı Peyami Safa’nın. O serinin tamamını ilk ben bitirmiştim. Bugün hala gurur duyarım J O kitapları kim getirdiyse Allah razı olsun ondan.
Yakın zamanda bulabildiğim bir baskısına baktığımda  basit dili karşısında hayal kırıklığına uğramama rağmen o dönemde beni muhteşem bir hayal dünyasının içine sokmuştu. Cingöz Recai’nin Sherlock Holmes ile karşılaşmışlığı bile vardı. Tabi ki Sherlo’ya cübbesini ters giydiriyordu. Peyami Safa, Server Bedi takma adıyla yazmıştı. Para kazanmak için yazılmış ve tefrika edilmiş hikayelerdi bunlar. Benim de hayalim kısıtlama olmadan böyle basit –görece- hikayeler yazabilmek. Çünkü Edebiyat ciddi bir müesse olarak algılandığından –algıladığımdan- yazarın ileride varlığından rahatsızlık duyabileceği, belki amatör denebilecek bu ilk hikayeleri yazma yayınlaması cesaret işi. Yine de eskiden yapıyor olduğum iyi/kötü yazar ayrımını artık bu kadar keskin yapmıyorum. Bu konuya sonra geleceğim.

    Lise’de biraz fantastik, biraz level’lı –penguin, Oxford falan- İngilizce hikayelere biraz da dayılarımın eski kitapları arasından bulduğum erotik kitaplara yöneldim. Hala herhangi bir türün sadık takipçisi değildim. Hiçbir zaman yeterince okumuyor olduğum duygusu üniversite de yakamı bırakmadı.Bir yerde, kitap zevki ancak kötü kitaplar okuya okuya gelişir diye yazıyordu. Çok doğru. Saçma kişisel gelişim kitapları dahil birçok kötü kitap okudum. Şimdi kütüphaneden birer birer eksiltiyorum onları. Yine de herhangi bir zamanda elime rastgele geçen metinleri severek okurum. Ve bu anlar kitapla özdeşleşir adeta. Mesela annemin teyzesinin yazlığında George Politzer’ın ‘Felsefe’nin Temel İlkeleri’ adlı kitabını bulmuştum. Tuvalette okuyacak bir şey bulamayıp deterjan arkalarını veya eski gazeteleri okuyanları kıskandıracak bir azimle başladım kitaba. Daha sonra kitabın yeni baskısını satın alıp bir süre sonra da okuduklarım sıkıcı gelince ‘başlarım lan bu işe’ diyerek bırakacaktım. Yani o kitap Ayvalık’la özdeşleşti benim için. Elif Şafak ‘Aşk’ın Barcelona’da bir hostelle, De Profundis’in sarı kanepeyle, Bu Dinciler o Müslümanlar’a Benzemiyor’un Toulouse ile özdeşleşmesi gibi daha birçok saçma bağlantı bulabilirsiniz. Unutmadan bir de Kreutzer Sonat yolculuklarda süper gidiyor.

   
    Kitap okuma eylemini sanata dönüştürmüş olabilir miyim? Belki. Yalnız çay/kahve, kurabiye/çikolata ve kitap kombini sıkıntılı. Beni en çok, sayfalarından birine çay damlamamış ve çantamın içinde kapağının kıvrılmasıyla beni hüzünlere gark etmeyen bir kitabımın olmaması etkiliyor. Şurası da bir gerçek. Her kitabın bir okunma ritmi var. Bazen bu yazarın özellikle ayarladığı bir şey. Laf lafı açıyor madem. Kitaplarda olayın geçtiği toplam süreyi –Büyülü Dağ için 7 yıl örneğin- sayfa sayısına oranlamışlar. Böylece yazarın bir sayfada bir saati mi, bir yılımı anlattığını hesaplamışlar. O da etkiliyor okuma hızını..


devam edecek

Yorumlar

En çok okunanlar